10 Kasım
Ölüm, bir oldu bittidir, hepsi budur ve bu kadardır… Ne var ki bazı ölümler, sadece kalbin durması veya bir organın iflas etmesinden öte bir şeydir. Büyük ölümler büyük ulusların büyük acılarıdır.
10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayında o insafsız metal çubuklar dokuzu gösterdi. Mustafa Kemal bir ara başını yastıktan kaldırdı. Fakat bu kımıldayış yaşama dönmek için değil, veda etmek içindi. Çok kısa bir süre doktoru Neşet Ömer’in yüzüne baktı.
Aleykümselam, diyebildi sadece…
Sonra başı yastığa düştü…
Vefat ettiğinde henüz 57 yaşındaydı. Selanik’te Ali Rıza oğlu Mustafa olarak başlayan hayatı Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Gazi Mustafa Kemal olarak sona erdi.
Arkasından gerçekten de bir milli matem doğdu. Büyük adamların pek azı böyledir ama daha azı vefatlarından yıllar sonra dahi özlenirler.
Bizim özlediğimiz gibi…
Ahmet Haşim, 3 Eylül 1919’da(Atatürk’ün Samsun’a çıkmasından yaklaşık üç buçuk ay sonra Refik Şevket Bey’e gönderdiği mektupta şöyle diyordu:
“Sevgili Refik,
…bu ikinci mektubu gene Niğde’den yazıyorum. Gördüğüm Anadolu hakkında bilmem sana ne yazayım?
Öncelikle bu bölgede kimler yaşıyor? Görülen harabelerin yapıcısı hangi cins yaratıktır? Bunu, köy ve kasaba diye gördüğümüz renksiz harabe yığınlarına bakıp anlamak asla mümkün olmamıştır.
Gündüz ağaçsızlıktan dolayı müthiş bir güneş altında yanan bu arazide sadece yiyeceğini tedarikle meşgul, sersemleşmiş, neşesiz ve yorgun bir insaniyetin zor çalışma şartlarına tesadüf olunur. Bu insanlar ya buğdayı biçmekle ya onu taşımakla ya onu savurmakla veya onu çekip götürmekle meşgul görünür.
İstisnasız nakil araçları kağnıdır. Bu âlet- hiç şüphe yok ki, taş devri keşfi ve aletlerindendir.
Bu arada, şunu hatırlatmak isterim, kağnı Kurtuluş Savaşı’nın en önemli nakliye aracıdır. Bu savaşı hangi koşullar altında kazandığımızı anlamamızda tek başına bile bir ölçüt olabilir.
Kurtuluş Savaşı Ekonomisi ve Maliyesi adlı çalışmasında Doç. Dr. Ahmet Emin YAMAN, Osmanlı’nın son dönemindeki ekonomik durumunu şöyle açıklar:
“Az gelişmiş, güçsüz Osmanlı sanayi ya azınlıkların ya da yabancıların denetimindedir. Ticari etkinlikler devletin denetiminden çıkmış, dışsatım düşmüş, dış borçlanma sonucu devletin gelir kaynaklarına yabancılarca el konulmuş, her türlü ulaşım yabancıların denetimi altına girmiştir.
Tarih derslerinden bilirsiniz, Sevr Antlaşması kabul edilseydi Türkiye bugün şu illerden ibaret olacaktı: Ankara, Eskişehir, Samsun, Sinop, Zonguldak, Adapazarı, Nevşehir, Kırşehir, Bolu, Kütahya, Çankırı, Çorum, Yozgat.
Yani bugün biz Fransız bölgesinde yaşıyor olacaktık, şayet yaşıyorsak…
Size Orta Çağ bile değil, İlk Çağ diyebileceğimiz bir Anadolu’dan çağdaş bir ülke yaratan gücü bir nebze de olsa anlatmaya gayret edeceğim.
Onun en önemli özelliklerinin başında idealist olması gelir. Bu karakter özelliği, kendi kuşağındaki aydınların neredeyse tamamının genel bir özelliğidir ancak bu özellik onda çok daha güçlüdür. Onu 23 yaşında Hareket Ordusu’nun komutanı olarak İstanbul’a yürüten, gönüllü olarak Trablusgarp çöllerine, Balkanlara, Çanakkale’ye, Suriye – Yemen çöllerine, Anadolu’ya koşturan itici güç bu idealistliktir. “Vatana hizmet” ideali… ve bu ideali gerçekleştirirken ortaya koyduğu fevkalade güçlü iradesi.
Olmalı dediği an “Olabilir” yoktur! Olmalı dediği an oluyor, onu olduruyor. Bu irade hepimiz için gereklidir.
O kendi şahsı için hiçbir şey istemedi; istediği her şey vatanın ve milletin kurtuluşu, refahı, huzuru, geleceği içindi. Sonsuza dek sürmesini istediği şey, özgür ve bağımsız bir Cumhuriyet’ti.
O, cepheden cepheye koşarken zorluklarla ve mücadelelerle geçen hayatında kendisi için tek bir şey istemişti: Bu isteğini de ölümünden hemen önce manevi kızı Afet İnan’la paylaşmıştı:
"Gidelim Afet…” diyordu. Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda… Evet… Evet… Hemen çekip gidelim ormanlara… Hele ben bir iyi olayım da…"
Dünyayı dize getiren bu insanın kendisi için istediği şeye bakar mısınız? Orman kenarında basit bir ev!
Şatafat ve lüks değil…
Güç ve servet değil…
ORMAN KENARINDA BASİT BİR EV, OCAKLI BİR ODA!
Büyük insanları unutturmanın iki yolu vardır:
Birincisi o insanı ve onun yaptıklarını kötülemek, onu itibarsızlaştırmaya, düşmanlaştırmaya çalışmak; onunla gelecek nesiller arasındaki bağı koparmak.
Atatürk’ün heykellerine saldırarak, şahsına ve ailesine hakaretler yağdırarak onu yok edebileceğini düşünenlerin yaptığı budur. Her ne kadar bize çok korkutucu ve tiksindirici görünse de bunlar endişelenecek, korkulacak durumlar değildir. Çünkü açık ve net bir şekilde karşındadır, onunla mücadele etmen kolaydır.
İkinci yol ise büyük insanları birer efsaneye dönüştürmektir. Süslü nutuklar, gösterişli törenler, büyük heykeller, olağanüstü mucizevi hikayeler!.. Onu nurlar, ışıklar, efsaneler ve mucizeler eşliğinde ulaşılmaz bir yere konumlandırmak… Böylece onu hayatla bağı olmayan bir figüre dönüştürmek…
Asıl tehlikeli olan budur. Bu tehlike öyle parlak ışıklarla gelir ki gözlerin kamaşır hatta kör olursun, onu göremezsin! Onu duyamazsın, anlayamazsın, özümseyemezsin!..
Anlayıp özümseyemeyince de “Biz onun gibi olamayız!” dersin.
İşte bu, onu hayatından çıkarmak, onun yaşamla bağını kesmektir.
Atatürk’ü; ete kemiğe bürünmüş haliyle; duygularıyla, davranışlarıyla, nezaketiyle, sevgileriyle, şefkatiyle, endişeleriyle, dostluklarıyla… yani insanî yönleriyle de tanıyın ve anlayın!
Onu tenis maçı izlerken
Yüzerken,
Kürek çekerken,
Zeybek oynarken,
Salıncakta çocuklar gibi neşeyle sallanırken,
Bir iğde ağacının kesilmesine ağlayan bilinçli bir çevreci olarak,
Köpeği ölünce ağlayan bir hayvan sever olarak,
Şık giyinen nezaket sahibi bir beyefendi olarak görün .
Emin olun onu çok daha fazla anlayacak ve seveceksiniz.
Onu anladıkça siz de birer “Atatürk” olacaksınız!
Onu sevmek ve anlamak istiyorsanız onu yükseklerde aramayın!
AYNAYA BAKIN!
Ölümünün 85. Yılında aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyorum, ruhu şad olsun.
Seher KAYA