YERELDEN EVRENSELE, YAŞAR KEMAL
Yazmak bir tür yaratmaksa Yaşar Kemal, yaşamı süzgecinden geçirip yeniden, yeniden yaratmış dev bir yazardır. Çukurova, Toroslar, dağ köyleri onunla ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Romanlarında destansı bir anlatının içinden çıkan gerçek insanlar karşılar okuru. İnsan, gerçek insan… Etiyle, kanıyla gerçek insan… Yüzyılların biriktirdiği kültürüyle, inancıyla, sözüyle, geleneği, tarihiyle gerçek insan… Yaşar Kemal’in asıl başarısı tam da burada işte. Zordur insanı anlatmak, kendimizi bile yeterince tanımlayamadığımız düşünülürse… Gözlemlemek yetmez, derinlemesine çözümlemek gerekir; sonra da yeniden biçimlendirmek… Bu da yetmez; dilin büyüsünü de kullanmak gerekir. Bilgi, görgü, yaşanmışlık, kurgu işte ancak o dilin büyüsüne sarınmışlarsa güç bulurlar, sonra evinize, yüreğinize, aklınıza konuk olurlar. Yaşar Kemal, Türkçenin dil ustası, gönlümüzdeki yerine kuruldu nicedir. Yaşar Kemal’i önce “İnce Memed”le tanıdım; romanın ilkini bitirdiğimde tatlı bir sarhoşluk içindeydim. İkincisine başladım hemen. Tam olarak neyin esiri olduğumu anlamamıştım; bitmesin diyordum. Hiç gitmediğim yerlere gitmiş, hiç tanımadığım insanlar tanımıştım. Kıraç toprak, çakır dikeni, tozuyla kokusuyla burnuma kadar gelmişti. O coğrafya uzağımda değildi artık. O tarlalardan geçmiştim, dizlerimi çakırdikenleri çizmişti. Kaynayan çorbanın kokusunda, bulgur aşında, açlığında, tokluğundaydım işte. Bir kavruk çocuğun yüreğindeki öfkesinde, gücün önünde yıkılmayışındaydım. Ben de başkaldırdım zorbaya. Çamurlu taşlarla gelişigüzel örülmüş duvarlarıyla hiç açılmayan iki el büyüklüğündeki penceresiyle ben de Ali gibi yıkılacağından korkardım o köy evinin. Ama kışın yıkılmayacağını da bilirdim donmuş çamurun. Diğer uçta, karanlıkta, bir inek, bir dana, üç keçinin varlığıyla ısınırdım; daha çok olsaydı derdim hayvanı, daha çok ısınırdım. Ocaklığın yanındaki yüklüğü, yüklüğün önündeki çuvalları da unutmadım. Türkmen kadınlarının çalışkanlığını, sakız gibi bembeyaz çarşafların içinde uykuya varmanın keyfini de… Çadırın içindeki nakışlı kilimleri, süslü direkleri de… Babamın anlattığı hikâyeler geliyor aklıma. Akşamları, babamın günler süren hikâyesini dinlemek üzere toplanmış insanların büyük bir saygı ve ciddiyetle karıştırdıkları çay bardağının sesindeyim işte. Uykuya varmak istemesem de bir süre sonra ağırlaşan gözkapaklarımın, kıvrılıp uyuduğum yer minderinin, iki katlı cumbalı ahşap evin zamanlarındayım artık. Mekânlar farklı, zamanlar farklı ama İNSAN düşleriyle, kaygılarıyla, kavgaları, aşkları, kahramanlıklarıyla; açgözlülükleri, acımasızlıkları, inançları, acıları, sevinçleriyle sanki aynı insan… Bu insanı dünyanın neresinde olursanız olun tanırsınız, o kadar yakındır size. Dil, akıp giden, şiirsel-öyküsel Dede Korkutlardan süzülüp gelmiş bir dil... Birazdan Kel Âşık sazıyla türküsünü deyiverecek gibi. Sıtmasıyla, sineğiyle, sıcağıyla; tarlası, davarlarıyla; yorgunlukları, sevinçleri, özlemleriyle; bozkırdan soğuk bir bıçak gibi esen yeliyle, poyrazıyla, savrulan tozuyla; kadını, erkeğiyle… Çukurova Yaşar Kemal’le her okumada bir kez daha ölümsüzleşiyor.
Sevim SEZER